Günün geri kalanında da yüzündeki hüzün arada sırada belirginleşmişti. Her zaman gözlerinde gördüğüm umut ve mutluluk bu gün yoktu. Gün içerisindeki sessizliği ve endişesi birşeylerin yolunda olmadığının göstergesiydi. Hava alacakaranlığa kavşunca, tam birbirimizden ayrılıp eve dönecekken beni kolumdan hafifçe tuttu ve o an gözleri, bir çelişki içerisinde karar vermeye çalıştığını hissettirdi. Gözleri gözlerimle buluştuğu anda artık bir karar verdiğini anladım.
"Umut."
"Elis, bir sorun mu var?"
"Ben... Lösemiyim." dedi
Kulaklarımın bu kelimeyi hatta harflerini duymasını reddetmesini istedim. Hayır! Bunu duymuş olamazdım. Bunun kötü bir kabus olduğunu umarak kendime sıkı bir tokat attım. Elis ise karşımda hayretler içinde bakakalmıştı. Ben ise içimden hissettiğim bu acıya küfürler yağdırarak ona sarıldım.
"Kesin olmasada biliyordum."
"Ne?" dedi.
Son zamanlarda ondaki bu değişimi fark ettikçe kendime kabul ettiremesemde hasta olduğunu bir ihtimalde olsa düşünüyordum. Fakat kendime bile kabul ettiremediğim bu gerçeği öğrenmek beni daha da sarsmıştı. Dalgınlıkları, halsizliği hatta doğum günündeki o hali bile hasta olduğunu kanıtlıyordu. Biz pastayı kesecekken aniden tuvalete koşturarak gitmesiyle ilk kez o gün ihtimal vermiştim hasta olduğuna. Elis'in annesi Selin teyze, bizim endişemizi geçiştirmek için birşeyler söylemişti. Kadın belli ki hem bu güzel günde bizimde üzülmememizi istememişti hemde kızının sıradan hayatına devam etmesini istemişti. Atölyede birlikteyken günün belli saatlerinde ortadan kaybolurdu ve ona nereye gittiğini sorduğumda ise hava almaya gittiğini söylerdi ama sırf üzülmemem için benden gizlice hastaneye gidip diyalize bağlanıyordu.
"Bu akşam evine seni ben bırakayım" dedim.
İkimizde ağlamamak için kendimizi zor tutuyorduk ve bu direnişe neden olan tek şeyde birbirimize güç verme çabamızdan geliyordu. Yüzünde yalancı bir gülümsemeyle;
"Bırakabilirsin" dedi.
Aslına bakılırsa son zamanlarda pek sessizdik çünkü biz çok konuşkan bir ikiliydik. Sonrasında bu tür hastalıkların bizden ne kadar çok şey aldığını düşündüm. Sevdiklerimizi, iyi geçmesi gereken günlerimizi ve bizden bizi alarak daha acınası biri haline getiriyordu. Üzerimize bir hüzün fırtınası yollanmıştı ve rüzgarının şiddetinden tek bir kelime edemiyorduk. Ona sormak istediğim milyonlarca soru olmasına rağmen, evinin önüne kadar ona tek bir kelime dahi edecek gücü bulamadım. Fakat sonrasında titrek ve cılız bir sesle ona tek bir soru sordum.
"Bunca zamandır bana bunu neden söylemedin?"
"Söyleyemedim, bilmiyorum belkide üzülmenden korktum."
"Bana söylemeyerek kendine yapmadığın kalmadı"
"Üzgünüm"
"İnsan ne için yaşar biliyor musun?"
"Ne için?"
"İlk önce kendisi, sonra ise sevdikleri için yaşar." dedim.
Bu cümleyi kurarken kendimi ağlamamak için zor tuttum. Bir defaya mahsus güçlü olduğunu kanıtlama çabası içerisinde yaşamasan olmaz mı? Hem ben bilmiyormuyum senin ne kadar inatçı bir keçi olduğunu. Sen bilmiyormusun benden keçi olmayacağını, sanıyormusun yokluğuna dayanabileceğimi.
Apartmanın girişindeki merdiven basamaklarına oturdu, onun oturmasıyla bende oturdum. Gözlerindeki tükenmeye mahkum edayla;
"Hayatımın son günlerini korkak biri gibi geçirmektense istediğim şekilde bitirmesini istedim."
"Seni anlıyorum ama tek başına birşeylerle mücadele etmeye devam edemezsin hemde hastayken."
"Ya dayanamayıp gidersen?"
"Elis, ölürümde gitmem?" dedim.
Bu sözü beni kırmıştı ama belli etmek istemiyordum. Çünkü uzun zamandır birlikteyiz ve bana bu konuda güvenememiş olması üzücüydü ama ben babam gibi değildim, sevdiğim kadını yarı yolda bırakıcak kadar şerefsiz değildim. Düşünceli bir halde öylece kalakaldık. Sonrasında ise annesinin zamanında ona verdiği yüz dilde seni seviyorum yazan kolyeyi çentiğine baskı yaparak zincirinden ayırdı, zinciri boynumdan geçirip zinciri çentiğe taktı.
"Ben yokken, yani gittiğimde bu kolye seni koruyacak." dedi.
"Sen neden bahsediyorsun, ne gitmesi!" diyerek kükredim.
Gitmek kelimesiyle birlikte canım daha çok yanmaya başladı. Ellerim titremeye başladı, gözlerimdeki yaşların acı, tatlı ve tuzlu tatlarını dahi hissedemiyordum. Sesim ağır ağır titredi ve hiddetle haykırmaya çalıştım ama sustum ve kaderimi kabullendim. Kısık bir sesle;
"Merak etme birlikte atlatacağız." dedim.
Hiçbirşey söylemedi ve kendini omuzlarıma yasladı. Kahverengi saçlarını uzun gene süzdüm. Eskiden daha gür ve sık olan bu saçları nasıl okşadığımı, ellerimi saçlarında gezdirirken kalbimin nasıl attığını hatırladım. Yüzündeki o canlılık, beti benzi atmış birine aitti artık. Fakat o biri, kalbimin biricik sahibiydi. Eskiden yaptığım gibi ellerimi saçlarına götürdüm. Yukarıdan Selin teyzenin bizi izlediğini fark edince haliyle tüm romantiklik kaçtı. Suskun bir şekilde evime doğru yola koyulurken, Elis'te basamakları çıkarak apartmanın kapısından kayboldu. Bu şekilde kolayca pes edip suskun kaldığım için kendime kızgındım ama bu hayatın gelmişine geçmişine de kızgındım. Evime gittim ve yatağımda sabaha kadar ağlayıp Elis'in bana verdiği kolyeye baktım. Nasıl çalıştığını hep merak ederdim ama şimdi Elis'ten başka hiçbirşey umrumda değildi. Sabaha kadar kolyeyi elimde tutunca tasarımın aslında ne kadar da basit olduğunu fark ettim. Kalp şeklinde metal bir kasa, ortasında yuvarlak bir yarık ve yarığı kaplayan bir mercek vardı. Merceğin altında sadece baskı yoluyla üretilen, yüz dilde seni seviyorum yazan bir kağıt, kağıdın tam orasında bir kalp şekli vardı. Kolyeyi ışığa tutarak, gözümün tekini kapatınca ne yazdığı rahatlıkla belli oluyordu.
Öğleye bir iki saat kala beni suskunluğumdan ayıran bir ses, telefonumun zil sesi. Umursamazlığımdan ilk çağrıya cevap vermesemde en sonunda telefonu elime aldım. Arayan Elis'ti, hemen telefonu açtım ve kulağıma götürdüm. Sesi neşeli geliyordu, bu neşesi benimde hafiften sırıtmama neden oldu.
"Uyanmadın mı sen hala uykucu?"
"Uyuyakalmışım."
"Hemen kahvaltını yap ve atölyeye gel."
"Tamam"
"Sakın kahvaltı yapmadan gelme.
"Seni seviyorum"
"Bende"
Dün gece olanlardan sonra yüzünün gülümsüyor olması kalbime ve bana güç vermişti. Hemencecik yüzümü yıkadım, iki yumurta kırdım ve üzerimi giyinip koşturarak atölyeye gitmiştim.
Elis daha gelmemişti, kepenkleri indirip kapıyı açtım ve loş bir ışık odayı doldurdu. Uzun gene dikdörtgen bir masa ve karşılıklı iki sandalye odayı kaplıyordu. Duvarlarda çivilerle sıralanmış pek çok alet edevat ve takım vardı. Masanın açılan üç çekmecesi ve her çekmecede devreler, dirençler, kondansatörler, bobinler ve daha neler neler vardı.
Bir yıl boyunca Elis ile bu atölyede neler neler gerçekleştirmiştik. Onunla geçen bir yılım, hayatımın en güzel ve unutulmayacak olan yılıydı. Hayallerimiz, çalışmalarımız ve bu odada geçen konuşmalarımızın hepsi aklımdan geçince, dün öğrendiğim şeyden ötürü kalbime ağır bir sancı girmişti.
Tüm bu düşüncelerim, Elis'in kapından içeri girmesiyle son buldu. Dün üzerine çöken o hüzünden şimdi ise eser yoktu. Gözlerindeki heyecanla birlikte elindeki içinde muhabbet kuşu olan kafesi masanın üstüne koydu.
"Günaydın." dedi.
Gözlerim ilk kafes ve içindeki muhabbet kuşuna ardından da ona yöneldi. Gözlerindeki sevince hayran kalmıştım.
"Umut,orada mısın?"
"Ahh, affedersin."
"Muhabbet kuşu aldım."
"Artık aramıza üçüncü bir kişi daha katıldı desene."
"Evet ve ne yazık ki bizden çok daha konuşkan."
"Evet" dedi.