İş çıkışı Adnan'la ilk karşılaşmam günün en sıradan anlarıydı. Açlık, susuzluk hatta bacaklarıma giren ağrıları geçtim, az sonra İstanbul'un otobüs ve minibüslerinin ne kadar meşhur olduğunu aklımızda tazeleyecektik.
Bu otobüs başkadır ki Arnavutköy'den evime kadar daha ne uzun bir yol var bir bilseniz. Elimde evraklar dolusu bir çanta, çantanın ağırlığına dayanıp bir otobüs gelmesini bekliyorum. Adnan hayıflanıyor, kızıyor kendine çünkü arabasını sattığına bin pişmandı. Otobüs geldiğinde içerisi ne tıklım, kalem düşse, iğnenin samana düşmesi misali bulunamazdı. Zar zor ittirişlerle girdik bir köşeye. Sonraki en klasik an, paraların elden ele verildiği o basit ama üşendiren sistem. Teyzelerden biri çantasında gözlüğünü arayıp bulamayınca, etrafı inceden bir süzdü, süzebildiği kadar. Bulamayınca da hayıflanarak bağırmaya başladı. Teyzenin yüksek seste bağırmaları, havasızlıkla birlikte tam bir ızdıraptı. Arkadan gelen konuşmalar, bebeklerin ağlama seslerini işittikçe kafamı biryerlere vurarak ağlamak istiyorum. Adnan, kendinden geçmiş bir şekilde müzik dinliyordu. Zeka küpü gibi bir çare bulmuştu kendine ve bir ben kalmıştım bu azap içinde. En sonunda durağa vardım ve varmamla birlikte bir güzel rahatladım. Sonra evime mutlu mesut ama yorgun bir şekilde yürüdüm. Yürürken her zaman ki bakkaldan çikolata aldım. Evime geldim, anahtarlarla kapıyı açtım ve açmamla birlikte biricik kızım Sude'yi gördüm, karımın hoşgeldin diyen sesini duydum. Her zaman ki gibi çikolatasını verdim, yemeğimi yedim, yorgunluk kahvemi de bir güzel içtim ardından televizyonu açtım. Show TV'den Güldür Güldür'ü izlemeye başladım. Bu skeç tamda benim hayatım yahu.